Genel Başkan Destici: ''Komisyon Mutabakatı Millet Mutabakatı Değildir''
Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Mustafa Destici, son günlerde terör örgütü PKK ve siyasi uzantılarına ilişkin yapılan açıklamalara tepki göstererek, devletin kurumlarına ve Meclis'e yönelik tehdit ve tuzaklara dikkat çekti.
Geçtiğimiz gün terör örgütünün siyasi uzantısı partinin eş başkanlarından birisi çıkıp, “Teröristbaşı Öcalan ile görüşmeyen komisyon yol alamaz” demiştir. Bu cümle başlı başına hem bir tehdit hem de bir tuzaktır. Bu cümlenin kime kurulduğu bellidir: Devletin kurumlarına, Meclis’e ve siyaset kurumuna. Şimdi kim çıkıp da “tamam görüşelim” diye atlayacak, asıl mesele budur.
Son günlerde gerek Kandil gerekse DEM kaynaklı yapılan bazı açıklamalar, milletimizin sabrını sınayan, anayasal düzenimizi hiçe sayan ve "tam" olarak silahı bırakmamış, hiç bir taahhütünü yerine getirmemiş, "tam" teslim olmamış terör örgütünü siyasetin merkezine çekmeye çalışan bir zihniyetin ifşasıdır. Bugün Öcalan şartı, genel af şartı, yarın resmi dile ortak gelsin şartları, öbür gün Türk ibaresi çıkarılsın, sonra yerel yönetimleri güçlendirelim bahanesiyle özerklik kapısını zorlayacak şartlar sunacaklar… Sorarım ki; Terör örgütü PKK hangi motivasyonundan, hangi ayrılıkçı hedefinden vazgeçti? Nerede ve hangi şartlarda silah bıraktı? Hala elinde silah tutmaya devam eden, hala devlete meydan okuyan bir örgüt, sırf sembolik bir silah bırakma şovu yaptı diye “silah bırakmış” sayılır mı? Tüm unsurlarıyla kendini feshetti de, biz mi duymadık! Bilinsin ki; Devletin görevi, örgütün talepleri doğrultusunda “geçiş hukuku” inşa etmek değildir. Bu yaklaşım, egemenliğin dolaylı yoldan tavizle aşındırılması demektir.
Meclis komisyonu çalışmalarıyla sağlanacak “mutabakat”ın milletin gerçek mutabakatı olarak sunulması hukuken ve vicdani olarak yanlış olur. Meclis komisyonu, milletvekillerinin parti ve siyasi tercihleri üzerinden çalışır. Bu tercihler, bireysel veya grup iradesidir; doğrudan milletin rızasını veya mutabakatını yansıtmaz. Binaenaleyh, “komisyon mutabakatı = millet mutabakatı” şeklindeki bir yaklaşım, demokratik temsil ve anayasal hukuk açısından doğru bir değerlendirme olmaz.
Son günlerde Sayın Hakan Fidan’a ve Sayın Numan Kurtulmuş’a yönelik eleştiriler de verilmek istenen mesaj açıktır: Devletin içinde kim ABD/CENTCOM’un himayesindeki PKK’nın Suriye kolu YPG’ye, kim Kürtçe’nin resmî statüye kavuşturulmasına, kim Türklüğün anayasadan çıkarılmasına ya da PKK’nın anayasal taleplerine mesafeli durursa, anında hedef tahtasına oturtuluyor. O isimler ya “barış düşmanı” ya da “şahin kanat” diye yaftalanıyor. Oysa aslında yapılan şey şudur: Devletin bürokratik ve siyasi aktörleri üzerinde baskı kurmak, süreci terör örgütünün istediği yönde dizayn etmektir. Geçmiş Çözüm sürecinde de şimdiki süreçte de benzer yöntem izleniyor; medyada ve sivil toplum görünümlü yapılarda “kim daha esnek davranırsa barış güvercini, kim kuralları hatırlatırsa savaş kışkırtıcısı” algısı üretiliyor. Böylece devletin kurumsal iradesi değil, örgütün dayattığı parametreler belirleyici kılınmak isteniyor. Bu, masum bir tartışma değil; doğrudan “devlet iradesini” teslim alma operasyonudur! Oysa ortada apaçık bir gerçek vardır: YPG/SDG denilen yapı, PKK’nın Suriye uzantısından başka bir şey değildir. PKK Türkiye’de silah bırakmış gibi yaparken, aynı anda Suriye’de “devletçik” kurmaya devam ediyor. Türkiye’nin güney sınırında bir garnizon kürt maskeli “terör devletçiği” inşâ edilirken, içeride süreçle Türkiye oyalanmaya çalışılıyor. Komisyondaki Türkçe dışı konuşma kurnazlığı ve buna izin verilmemesi sonrasında bugün hâlâ bazı çevreler, terörist başı Öcalan’ın statüsünün yanında şimdi de Kürtçe’nin “insan hakkı” kılıfıyla siyasete taşınmasını barışın ön koşulu gibi sunmaya çalışıyor. Öncelikle şunu vurgu ile belirtmeliyiz ki, bir ülkede, o ülkenin vatandaşları için resmen tanınmış ve kabul edilmiş “eğitim-öğretim dili”, o ülkedeki “egemenlik”in yani, siyasî otoritenin aidiyetinin, sembolü ve hatta kendisidir. Bir ülkede birden fazla dile eğitimde resmî nitelik kazandırmak, o memlekette birden fazla siyasî otorite, birden fazla egemenlik ihdas etmek, egemenliğin parçalanmasını meşrûlaştırmak demektir. Türkiye’nin resmi ve eğitim dili Türkçe’dir. Ana dil elbette ki herkesin evinde, hayatında kullanacağı doğal bir haktır; ama resmî kurumlarda Türkçenin “tek dil” olması, bu milletin birliğinin güvencesidir. Bunun tartışmaya açılması bile ihanettir.