Bir dilim ekmek...
Kimimiz için sofradaki sıradan bir parça, kimimiz için alın terinin, emeğin, sabrın ve toprağın karşılığı. Oysa ne kolay söylüyoruz “ekmek” diye. Ama o ekmeğin hikâyesi, sabahın ilk ışıklarıyla tarlaya düşen bir çiftçinin ayak izinde başlar.
Bir düşünün...
Güneş doğmadan tarlaya giden, sırtında küfe, elinde sabanla toprağı işleyen o insanlar olmasa bugün soframızda ne olurdu? Harman yerinde toz yutan, sıcakta kavrulan, nasır tutmuş elleriyle buğdayı un yapan, unu hamura, hamuru ekmeğe dönüştüren o emekçiler olmasa “doymak” kelimesi bile anlamını yitirirdi.
Ama biz ne yapıyoruz?
Çoğu zaman sofrada yarısını bırakıyoruz. Bayatladı diye çöpe atıyoruz. Marketten alınan ekmeğin sıcaklığını, fırından gelen kokusunu değil; sadece fiyatını tartıyoruz.
Oysa o ekmeğin içinde sadece un yok; alın teri, umut, sabır, dua var.
Bugün şehirde büyüyen çocuk, buğdayın nasıl biçildiğini bilmiyor.
Kırsalda kalan yaşlı amca ise hâlâ sabahın serininde tarlasına gidiyor. Çünkü biliyor ki, “Harman yerinde toz yutmayan, ekmeğin kıymetini bilemez.”
Bir zamanlar sofraya otururken dua edilirdi:
“Allah’ım, bize helalinden kazanılmış bir lokma nasip et.”
Şimdi ise bazen o lokmayı bile israf ediyoruz. Çünkü kolay ulaştığımız her şeyin değerini kaybediyoruz.
Bugünlerde bu söz sadece çiftçiyi değil, hepimizi düşündürmeli.
Bir gazeteci, bir memur, bir esnaf, bir öğrenci…
Kimin ne emeği varsa, o emeğin karşılığıdır o ekmek.
O yüzden sofraya otururken bir an durup düşünelim:
Bu ekmek buraya nasıl geldi? Kim emek verdi, kim ter döktü, kim sabretti?
Belki o zaman israf ettiğimiz her lokmanın, aslında bir insanın alın teri olduğunu daha iyi anlarız.
Unutmayalım;
Ekmek sadece buğdaydan değil, vicdandan, emeğin kutsallığından yoğrulur.
Ve o ekmeğin kıymetini, ancak harman yerinde toz yutan bilir.